Üst
Connected One / Anasayfa  / Bir şeyleri kaçırmayalım derken ne yapıyoruz?

Bir şeyleri kaçırmayalım derken ne yapıyoruz?

Early adopter

 

 

“Early adopter”, aslında pazarlamadan aşina olduğumuz bir terim. Yeni çıkan bir ürünü, hizmeti ya da teknolojiyi henüz güvenli mi, dayanıklı mı, kaliteli mi bilmeden ya da ihtiyacının tam karşılığı olup olmadığını düşünmeden; sahip olduğunda yaşayacağı sorunları bilme şansı olmadan almak isteyen ve alan, bir ürüne ilk sahip olanlar arasında olmakla övünen kitleye diyoruz bunu.

 

 

Örnek vermek gerekirse, bundan 10 yıl önce henüz otomobil şarj istasyonları yaygınlaşmamışken Tesla marka elektrikli otomobil almak için ön ödeme yaparak sıraya girenler, henüz gerçek bir kullanıcı testi dahi yapılmamışken yeni çıkan iPhone için Apple Store’ların önünde çadır kurarak bekleyenler, kişisel gizlilik ile ilgili ihlalleri henüz yeterince tartışılmamışken, üstelik pek de garip görünmesine rağmen Google Glass takarak gezmeye başlayan, sonrasında “Sen beni video kaydına mı alıyorsun?” tepkisi görerek dayak yiyenlerin her biri early adopter.

 

 

Örneklerin bu kadar sivri olmasına gerek yok aslında ama bilmemiz gereken bir şey: Early adopter’ların markalar tarafından çok sevildiği. Çünkü baktığımızda, bu kitle, markaların pazarlama faaliyetlerinin bir kısmını bedavaya (hatta üzerine tonla para vererek) üstlenirken, bir yandan da önemli bir challenge’ı ortadan kaldırıyor. Bu da “İlk kimler satın alacak, çığ efektini kimler başlatacak?” korkusu.

 

 

 

 

Sosyal medyada nasıl early adopter olunur?

 

 

Çok derinleşmeden önce, yazımda kullanacağım “sosyal medya” tabirini alışık olduğumuz mecralarla kısıtlı tutmadan, daha geniş tutacağımı söylemiş olayım.

 

 

Türkiye, her zaman bahsedildiği gibi genç nüfusu kalabalık, gelişmekte olan bir ülke. Bu genç nüfus, dünyanın gelişmiş ülkelerindeki gençlerden çok da uzak olmayan tarihlerde, 90’ların ortalarında internet ile tanıştı. 1997 yılına geldiğimizde 70’ten fazla internet servis sağlayıcısı bazen gazete ve dergilerle beraber dağıttığı deneme sürümleriyle, bazen vapurlarda, bazen ise telemarketing ile internet satmaya çalışıyordu. Televizyonda Tarkan ile ICQ üzerinden konuşan çocuğun haber olmasını görürken bir yandan da Biri Bizi Gözetliyor evini, ilgili televizyon kanalının web portalından canlı izleme şansı buluyorduk. Ekşi Sözlük, MSN Messenger’lı yıllar derken, işin bireysel içerik tüketiminden biraz sosyalliğe kaydığına şahit olduk. Facebook, Twitter gibi ağların kurulması ile indirim çadırına koşar gibi hemen buralarda da yerimizi aldık. Yıllar sonra, dünyadaki bazı kullanım oranlarına bir göz atmak aklımıza geldi.

 

 

Kaynak: FIPP & Statista

 

 

Türkiye, günlük kullanım oranında da, sosyal medyada yer alan kullanıcı sayısı olarak da dünyada çok üst sıralarda. Ortalamaların da epeyce üzerinde. Asıl dikkat çeken ise, aynı ligde yer alan diğer ülkeler.

 

 

Görünen o ki, Türkiye, sosyal medyayı çok erken zamanlarda kucaklayan, onun erkenden bir parçası olan ve bütünleşen, orada olmaya ihtiyacı olup olmadığına bakmadan orada bulunmayı seçen insanlarla dolu. Yani kısaca Türkiye, bal gibi bir sosyal medya “early adopter”ı.

 

 

Anavatanı ABD’de insanlar hâlâ SMS ile anlık mesajlaşma yaparken, WhatsApp’ı Türkiyede başlıca iletişim aracımız hâline getirdik. Uygulamayı en çok kullanan 8. ülkeyiz ve bu sıralama nüfusa oranlı değil. Öte yandan Facebook kullanıcılarımız eğer bir ülke kursaydı, Avrupa’nın ikinci büyük ülkesi olurdu.

 

 

Early adopter olduğumuza apaçık bir kanıt: Görece yeni sayabileceğimiz Tiktok’un dünyadaki en büyük 4. kullanıcısı olduk bile.

 

 

Böyle olmamızın bize faydaları yok mu? Elbette var.

 

 

Pazarlama açısından bakarsak markamızı ya da girişimimizi büyütmek için sosyal medyayı dünyanın geri kalanından daha efektif kullanabiliyoruz. Toplumsal olarak baktığımızda ise dünyada neler olup bittiğine, dünyanın pek çok yerinden daha hâkim olabiliyoruz. İyi bir şey mi bilinmez ama her konuda fikir sahibi olabiliyoruz.

 

 

Hatta ve hatta, her ne kadar bunun da tartışılması gerekse de zaman zaman davalara müdahil olarak toplumsal hukuk normlarıyla uyuşmayan kararlar verildiğinde sonuca etki ediyoruz.

 

 

Örneğin bu görseli bulmak için arama yapmama bile gerek kalmadı, yazıyı tamamlarken kontrol ettiğim Twitter’da kendiliğinden karşıma çıktı.

 

 

Kaynak: Twitter

 

 

Peki sosyal medyayı ve interneti, çıkış amacına ne kadar uygun kullanıyoruz?

 

 

Üreten ve tüketen toplumların dijitaldeki yansıması

 

 

İnternet, çıkış amacı gereği “bir şeyleri birbirine bağlamak” için var. Biz dünyaya bağlanıyoruz, orası kesin. Peki dünyaya karşılığında neler veriyoruz? Ne yazık ki bu kadar internetle ve sosyal medya ile iç içe bir ülkeyken, kaliteli içerik üretme konusunda karnemiz pek parlak değil.

 

 

İnterneti ve sosyal medyayı, ucuz yoldan eğlenme ve vakit geçirme aracı olarak kullanıyoruz. Çünkü kültür ve sanat etkinliklerine veya arkadaşlarımız ya da ailemizle kaliteli bir akşam eğlencesine, doğayla iç içe olabileceğimiz bir tatile bütçe ayıramıyoruz. Hâl böyle olunca, kolay yoldan tüketebileceğimiz içeriklere yöneliyoruz.

 

 

Biraz yukarıdaki tabloda, sosyal medyada en çok zaman geçiren ve en az zaman geçiren ülkelere tekrar göz atmak ister misiniz? Bu sefer bu ülkelerin sosyo-ekonomik durumlarını da göz önüne alarak…

 

 

BBC Türkçe, bundan iki buçuk sene önce çöplerden, semtlerin ekonomik durumuyla ilgili analizler yapan bir doktora öğrencisinin çalışmasını içerikleştirdi. Sosyo-ekonomik olarak daha gelişmiş sayabileceğimiz bir semtin çöp konteynırlarında kişisel bakım ürünlerine daha sık rastlanırken, daha geride kalmış bir semtin çöplerinde ise “junk food” diye tabir edebileceğimiz abur cuburlara çok daha fazla rastlandı.

 

 

Acaba bu gelişmiş semtleri, üreten toplum olarak niteleyebileceğimiz gelişmiş ülkelerle ve kişisel bakım ürünlerini, insanın kendine bir şeyler katmasını sağlayan kültür ve sanat etkinlikleriyle;
daha az gelişmiş semti ve abur cuburları da ülkemize benzer gelişmekte olan ülkeler ve internette tükettiğimiz çöp içeriklerle karşılaştırabilir miyiz? TikTok’ta horlayarak uyuyan bir adamın canlı yayınının yüz binlerce izlendiği bir yerde olduğumuzu da hatırlatarak…

 

 

Kaynak: BBC Türkçe YouTube kanalı

 

 

Early adopter ülkelerde sosyal medyanın toplum üzerindeki etkisi

 

 

FOMO

 

Neredeyse tüm günümüzü sosyal medyada geçirdiğimizde, siyasi ya da toplumsal haberleri, yenilikleri, magazin skandallarını, her şeyi sosyal medyadan öğreniyoruz. Siz, en son ne zaman bir haber kanalının web sitesini açtığınızı ya da ana haber bülteni izlediğinizi hatırlıyor musunuz? Dolayısıyla, sosyal medyada olmadığımız her an bir şey kaçırdığımız hissi ile, “Fear of Missing Out” ile dolup taşıyoruz. Sosyal medya hesaplarımızı her gün defalarca kontrol etme ihtiyacı duyuyor, etmediğimizde ise bir şeylerin eksik kaldığını hissederek huzursuz oluyoruz.

 

 

Sahte haberlerin yayılım hızı

 

 

Bugünlerde bir haberin doğruluğu maalesef sosyal medyada elde ettiği etkileşim ile ölçülür durumda. Sosyal medyayla bu kadar içli dışlı bir toplum olarak da sahte haberlerin yayılımına ister istemez katkıda bulunuyor, bir haberin sahteliğini konuşurken dahi o haberin daha fazla duyulmasını sağlıyoruz. Toplum olarak edindiğimiz içerik tüketme alışkanlığımızda, bir habere birkaç saniyeden fazla bakmıyor oluşumuz, hâliyle haberi doğrulamak için de bir çaba sarf etmekten bizi alıkoyuyor.

 

 

Dolaylı olarak, kişisel sınırlarımızın biraz dışına çıkarak sokağa indiğimizde, bizim sahteliğini birkaç hafta önce öğrendiğimiz, örneğin bir siyasi figür hakkındaki asılsız bir iddiayı insanların ağzından kabul edilmiş bir haber olarak duyabiliyoruz.

 

 

Bu yazıyı okuyan pek çok kişinin bildiğini düşünsem de, toplumsal olarak haber doğrulama kültürü edinmemiz için çalışan iki bağımsız kuruluşu not olarak yine de iliştirmek isterim:
Teyit.org
Doğruluk Payı

 

 

 

 

Gündemin değişme temposu

 

Sosyal medyanın akış hızına paralel olarak, sosyal medya ile bu kadar bütünleşmiş bir toplumun gündeminin de bu kadar sık değişmesi, gerçekten gündemde olmayı hak eden pek çok konuyu önemsiz hâle getiriyor. Bu sık değişen gündem, aynı zamanda toplumu da hissizleştiriyor ve keyfini kaçırıyor.

 

 

Bizzat Twitter’da gördüğüm bir örnekle açıklamak gerekirse: Göktaşı düşse umurumuzda olmayacak. Okuyup geçeceğiz.

 
Konuya bir de pazarlama yönünden bakalım. Türkiye’de faaliyet gösteren anlı şanlı bir markasınız. Yeni ürününüzü geliştirdiniz, testlerini yaptınız. Dijital ağırlıklı bir lansman yapma yolunu seçtiniz. Lansman tarihi olarak da aylar öncesinden bugünü kararlaştırdınız. İşte size bugünün sosyal medya gündemi:

 

 

 

 

Dijital linç kültürü

 

 

İçinde bulunduğumuz toplum gibi, sorgulamayı ve eylemlerimizin sonuçlarını tartmadan harekete geçmeye alışık olduğumuz toplumlarda hâkim olan linç kültürü, sosyal medyayla bu kadar içli dışlı olduğumuz bizim durumumuzda gerçek bir imha silahına dönüşüyor. Bize yanlış gelen bir açıklamayı, beğenmediğimiz bir filmi, kötü bulduğumuz bir şarkıyı, düşüncesine katılmadığımız bir siyasetçiyi eleştirmek için gerçek hayatımızda pek fazla bir aksiyon almıyor olabiliriz.

 

 

Ancak sosyal medyada birinin sözüne bir söz katmak, hâlihazırda binlerce kişinin konuştuğu bir konu hakkında kendi fikrini de (yeni bir bakış açısı katmıyor olsa dahi) beyan etmek, bizim için çok kolay bir hâle geldi. Dışarıda karşılaşsak konuşmaya imtina edeceğimiz bir insanın, sosyal medyada yer bulan bir davranışına yorum olarak küfürler yağdırmayı normalleştirdik.

 

 

Gelişen dünyanın bazı ülkelerinde, sanal zorbalık çoktan hukukun ilgi gösterdiği ve ciddiye aldığı bir konu hâline gelmişken, “early adopter”lardan biri olarak biz, hâlâ bu konuya gereken ehemmiyeti gösteremedik. Dijital dünyada anonimlik çok önemli, ancak anonimliği içimizdeki zorbayı açığa çıkarmak için bir kalkan olarak mı kullanacağız, yoksa kişisel verilerimizin bize karşı bir silah olarak kullanılmasını engellemek için mi?

 

 

Kişisel veriler demişken…

 

 

Algı yönetimi

 

 

Biraz unutmaya başladığımız Cambridge Analytica veri skandalından bahsedelim. Şirketin 2014 yılında toplamaya başladığı yaklaşık 50 milyon Facebook kullanıcısına ait verilerin, bu kişilere ait verilerle lookalike’lar oluşturularak seçimlerin sonucunu değiştirmeye yönelik hedefli reklamlar için kullanılması pek çoğumuzun bildiği üzere bir skandala yol açtı ve yapılan araştırmalar, şirketin ve benzer şirketlerin pek çok farklı coğrafyada aynı yöntemi kullanmak üzere çalışmalar yaptığı ortaya kondu.

 

 

Konumuzla ilgisi nedir?

 
Yazının giriş ve gelişme kısmında bahsettiği, early adopter bir kullanıcı kitlesine sahip olan ülkemizde, aşırı hızlı içerik tüketim alışkanlığı, FOMO, veri doğrulama kültürünün eksikliği, linç kültürü ve kişisel verilere gösterilen özenin de eksikliği bir araya geldiğinde; bugün ya da gelecekte online bir algı yönetimi projesine karşı ne kadar savunmasız olduğumuzu ortaya koymak zor değil.

 

 

Peki ne yapalım?

 

 

İnternete erken erişen ülkelerden biriydik, ne yapsaydık? Erişmese miydik?
İnternette çok zaman geçiriyoruz, ne yapalım, fişi mi çekelim?
İnternette çok içerik tüketiyoruz, ne yapalım, televizyona mı dönelim?

 

 

Elbette hayır.

 

 

İnternet ve sosyal medya kullanıcıları olarak belirli bir bilinç seviyesi ortalamasına hep beraber erişmemiz gerekiyor. Doğrulama kültürü edinerek her gördüğümüz habere inanmamak ve doğruluğunu teyit etmeden yaymamak, “Bu hakareti bu insanı yolda görsem yine eder miydim?” diye düşünmeden hareket etmeyerek linç kültürünü beslememek, sosyal medya hesaplarımızı günde 30 kez yenilemezsek de dünyanın akmaya devam edeceğini özümseyerek FOMO’ya kapılmamak…
Belki de en önemlisi; kişisel verilerimizin altın değerinde olduğunu artık anlamak ve paylaştığımız bilgileri filtreden geçirmek.

 

 

Nasıl ki günlük hayatımızda toplumsal kurallarla yaşıyoruz, yürüyen merdivenlerde yürümezken sağda bekliyorsak, karşıdan karşıya geçerken yolu kontrol ediyor ya da bilet almak için kuyruğu bozmadan bekliyorsak; bu kuralları da o browser ikonuna her tıkladığımızda ya da telefonumuzdaki sosyal medya uygulamalarını her açtığımızda uygulamayı bir refleks hâline getirmeliyiz. Bu konudaki eğitimleri devletten ya da özel sektörden beklemek, istediğimiz sonuçları getirmeyeceğinden bu konuda çalışma yapan şirketleri desteklemeli ve çalışmalarının yayılmasına katkı sağlamalıyız.

 

 

Velhasıl…
Early adopter olmak iyidir. Ama sahip olduğumuz şeyi güvenli ve ihtiyacımıza uygun şekilde kullanırsak… Eğer elimizdekinin bize sahip olmasına izin verirsek, Google Glass yüzünden dayak atılan kullanıcı gibi ortada kalıveririz:
https://www.latimes.com/local/lanow/la-me-ln-google-glass-attack-video-posted-20140226-story.html

Business Intelligence

Starcom Mediavest Group Business Intelligence, data analizi ve tüketici içgörüsü alanlarında hizmet veren SMG birimidir. Reklam yatırımıyla elde edilen değerin ölçülmesi ve maksimize edilmesini amaçlar.

Top